30 May
30May

Uzun süredir “Hasta Adam” olarak tanımlanan Osmanlı, özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru epey güçten düşmüş vaziyetteydi. Savaşlar gittikçe daha maliyetli ve kayıplı olmaya başlamış, kazanılan savaşlarda bile kayda değer kazanımlar elde edilememiştir. Bu yüzyılda Osmanlı; mevcudiyetini büyük oranda diğer büyük güçlerin emelleri ve çıkarları bağlamında ince adımlar atarak sağlıyor, o çıkarlar üzerinden kendisine müttefik buluyordu. Nitekim 77-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na; nam-ı diğer 93 Harbi’ne kadar da aynı şekilde İngiltere’yi kendi hamisi halinde tutmayı başarmıştı. İngiltere bu zamana kadar Osmanlı’yı Rusya’ya karşı dengeleyici bir unsur olarak görüyor, küçük toprak kayıplarını kabul etse de Osmanlı’nın yıkılması fikrine hararetle karşı çıkıyordu.

77-78 Savaşı ise bu anlamda bir dönüm noktası teşkil etti.

Sadece Osmanlı ve Rusya arasında gerçekleşen bu savaşta, Osmanlı bazı umut verici başarılara rağmen sonuçları ağır olacak bir yenilgi aldı; önce Ayastefanos sonra da Berlin antlaşmalarını imzalamak zorunda kaldı. Sömürgelerini koruma noktasında Osmanlı’ya hayati bir önem yükleyen İngiltere için bu antlaşmalardan sonra artık Osmanlı tamamen ümitsiz bir “Hasta Adam”dı. Nitekim İngiltere’nin sömürgelerini koruma yönetimi buradan sonra Osmanlı’yı içermeyecek şekilde yapılanacaktır.

Tüm bu şartlar içinde Osmanlı kendisine hızlı bir çıkış aramaya başladı, ordusunu tekrar ıslah etmek ve kaybettiği müttefiki yerine yeni ve güvenilir bir müttefik bulmak, mevcut durumda Osmanlı için en büyük önceliklerden sayılabilirdi. Avrupa’daki ülkelere bakıldığı zaman ittifak edecek ülke bulmak Osmanlı için gittikçe zorlaşıyordu. Fransa, Cumhuriyet rejimine üçüncü kez geçmesinin artından istikrarlı bir görünüş sergilemiyordu keza 1881’de Fransa, hâlâ Osmanlı’ya zayıf da olsa bir bağlılığı bulunan Tunus’u işgal edecektir. İngiltere, hem kendi politikalarındaki değişiklikler nedeniyle hem de artık Osmanlı’nın da tutumunun değişmesinden dolayı artık bir müttefik adayı olarak görülmekten çok uzaktaydı. Nitekim 1882 yılında İngiltere her ne kadar Hidivlik düzeyinde özerk olan ve zaman zaman asi davranışları olsa da hala Osmanlı’ya tabii olan bir bölgeye, Mısır’a el koyacaktır.

Metternich döneminden beri gittikçe yıldızı sönmekte olan Avusturya-Macaristan ise ideal bir müttefik olmaktan biraz uzak durumdaydı. Zira 93 Harbinden sonra, Osmanlı’nın bir parçası olan Bosna-Hersek hukuki olarak olmasa da fiilen Avusturya-Macaristan yönetimine girmiş, yani işgal edilmişti. Avusturya-Macaristan kendi doğal yayılma alanı olarak Balkanları görmekteydi ve bu da Osmanlı için kabul edilebilir bir durum değildi. Geriye Avrupa’da etkin olabilecek tek ülke Almanya kalıyordu. Almanya, Avrupa sahnesinde yeni bir oyuncu olmamasına rağmen ulusal birliğini 1871 yılında kurarak Alman İmparatorluğunu vücuda getirmiş ve tabir-i caizse oyuna yeni bir soluk katmıştı. Askeri açıdan oldukça güçlü olan bu ülkenin başında imparator olarak I. Wilhelm bulunsa da belki ondan da önemlisi şansölye Otto von Bismarck vardı.

Osmanlı’da Alman askeri heyetleri ve ittifak denemeleri

Osmanlı ile Alman toplumunun askeri ilişkileri aslında bahsi geçen tarihlerden daha geriye dayanmaktaydı. Reformcu padişah II. Mahmut döneminde ordunun ıslahı için çeşitli Avrupa ülkelerinden bazı yetkin heyetler çağrılması yöntemine başvurulmuştu. Bu ülkelerden biri de o zamanki adı ile Prusya idi. 23 Kasım 1835 yılında Yüzbaşı von Moltke İstanbul’da Osmanlı ordusunun ıslahı için göreve başlamış; bir sene sonra dört Alman subay daha ona dahil olmuştur ancak çeşitli nedenlerden dolayı bu girişimde istenilen netice elde edilememiştir. Bu olaydan yaklaşık elli yıl sonra, 1880 yılında II. Abdülhamid tekrar bir Alman askeri heyetinin Osmanlı ordusunun ıslahı için görev yapması amacıyla Almanya’ya müracaatta bulundu. Aslında bir süredir “Şark Meselesi”ne ilgisiz görünen Otto von Bismarck, Osmanlı’nın hiçbir koşulda Almanya için bir tehdit unsuru haline gelemeyeceğini, ancak bazı koşullarda Almanya’nın düşmanlarının aynı şekilde Osmanlı’nın da düşmanları olabileceğini gözlemlemiş ve bu tespiti neticesinde Osmanlı’yı Almanya yanına çekme konusuna sıcak bakmaya başlamıştır.

Belirtilmelidir ki, 1879 yılında imzalanan İkili İttifak ile Avusturya-Macaristan ve Alman İmparatorluğu ittifak halindeydi. Dolayısıyla Otto von Bismarck Osmanlı’ya askeri heyet göndermeden önce Viyana’nın onayını almıştır. Bu aynı zamanda Avusturya-Macaristan ile Osmanlı arasında en azından kısa vadede bir karışıklık olmayacağı anlamına da gelmekteydi. Bu ilişkiler devam ederken Bismarck, Osmanlı’yı desteklemekte olduğunu açıkça ifade etmiş ve Osmanlı hakkındaki görüşlerini bazı tavsiyelerle birlikte açıklamıştır. Bismarck, Sultan’ın meşrutiyeti askıya almasını haklı bulmuştur. Bismarck’a göre Osmanlı’nın bekası ve yeniden güçlenmesi ancak Türkler ile olabilirdi. Padişah her şey ile ilgilenemeyeceğinden devletin yönetiminde, kendisinin güvenini kazanmış, sadakatleri tecrübe edilmiş bilgili kişileri kullanmalıydı. Bu kişiler ancak saltanatın menfaatini gerçekten isteyen ve saltanatın bekasında gerçekten menfaati olan Türk unsurları arasından bulunabilirdi.

14 Temmuz 1880 yılında imzalanan bir antlaşma ile Alman İmparatorluğu, Osmanlı’ya bir askeri heyet yollanmasını kabul etmiş ve 11 Nisan 1882 yılında Kaehler heyeti göreve başlamıştır.

Şu belirtilmelidir ki Alman heyetleri Osmanlı’da çok üst koşullarda ve çok büyük tavizler verilerek göreve getirilmişse de karşılık olarak istenilen katkıyı sağlayamamışlardır. Misal 1882 yılında Albay olarak Almanya Ordusu’ndan Osmanlı Ordusu’na gelen Kaehler 1885 yılında öldüğünde Mareşal rütbesinde görev yapmaktaydı. Göreve gelen Alman heyetler her ne kadar resmiyette Osmanlı ordusunu ıslah etme amacıyla İstanbul’a gelmiş olsalar da Alman İmparatorluğu’nun bu heyetleri yollamasındaki neden Osmanlı’yı Alman nüfuzu altına almaktır. Nitekim öyle de olmuş, heyetlerde görevli olan Almanlar İstanbul’da geçirdikleri sürede öğrendikleri, gördükleri önemli her şeyi Almanya’ya rapor olarak göndermiş; ayrıca nüfuzlarını kullanarak Osmanlı ordusu için Alman silah sanayiinden yüklü siparişler verilmesine yol açmışlardır. Netice olarak bu askeri heyetler mesailerini Osmanlı ordusunu ıslah etmekten ziyade Almanya’nın Osmanlı topraklarındaki gözleri ve kulakları olarak harcamışlardır.

II. Abdülhamid, Almanya ve Avusturya-Macaristan ile ilişkilerini en kısa sürede “ittihad ve ittifak” seviyesine getirme amacında hareket etmiş, elçiler arayıcılığıyla bu doğrultuda çeşitli görüşmeler yaptırmıştır. Osmanlı’nın bu ittifak arayışı ilgili ülkeler tarafından olumsuz karşılanmasa da Osmanlı; Üçlü İttifak’a dahil edilmemiş, ancak Alman nüfuzu altına alınması için ilişkilerin daha yüksek samimiyette devam etmesine karar verilmiştir. Osmanlı’nın Üçlü İttifak’a alınmamasının nedenleri arasında o sırada Almanya’nın Üçlü İttifak’tan bağımsız olarak ayrıca Rusya ile “Üç İmparatorlar Ligi” adı altında başka bir ittifak antlaşmasında müttefik olması da önemli bir etken olarak yer almaktadır. Tabii ayriyeten Osmanlı’nın Üçlü İttifak’a katılması başka bir yerde, İngiltere’de bir tepkiye de neden olabilirdi. Evet, belki İngiltere Osmanlı’yı sömürgelerini koruma noktasında gözden çıkarmıştı ancak başka bir ülke tarafında olmasına da kolay kolay müsaade etmeyebilirdi.

Askeri heyetler noktasında değinilmesi gereken bir sima da Colmar von der Goltz ya da başka bir deyişle Goltz Paşa’dır.

1885 yılında göreve gelen Goltz Paşa genç Osmanlı subaylarını etkilemeyi başarmış, bu sayede görev süresi üç kez uzatılarak 1895 yılına kadar görev yapmıştır. Ayrıca II. Meşrutiyet’in ilanından sonra da göreve çağırılacak, 1916 yılında Osmanlı ordusuyla birlikte Irak’ta görev yaparken tifüs sebebiyle vefat edecektir. Tıpkı diğer Alman heyetinin yaptığı gibi Goltz Paşa da İstanbul’daki siyasi gelişmeleri Alman makamlarına rapor etmiş ve Alman Savunma Sanayii’ne yüklü siparişler verilmesinin önünü açmıştır. Bunun dışında Kurmay Okulu ve Harp Okulu’nun ıslahında ve geliştirilmesinde etkin roller oynamıştır. Öyle ki, bu dönemde ilgili okullarda okutulmak üzere 4000 sayfadan fazla Türkçe broşür ve kitap yayınlanmıştır.

Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki istihkam ve bataryaların onarılıp modernize edilmesinde de onun etkisi vardır, tabii ki bu modernizasyon girişimi Alman şirketlerine verilecek yeni siparişler anlamına gelmekte olsa da yapılan işe sadece bu açıdan bakmak yanlış olacaktır. Nitekim alınan toplar ileride, Çanakkale Savaşı’nda gerçekten işe yarayacaklardır. Sonuç olarak von der Goltz; o dönemki yaygın sanının aksine büyük bir Türk dostu veya Osmanlı’yı çok seven birisi değil, işini iyi yapan ve Türkleri anlamayı başaran bir Alman subayı idi. Dolayısıyla faaliyetlerinde de her zaman ilk önceliği Alman İmparatorluğu’nun çıkarları olmuştur.

Osmanlı-Almanya ilişkilerinde II. Wilhelm Dönemi

1890 yılına gelindiğinde ise Alman-Osmanlı ilişkilerini yeni bir sürece sokacak bir gelişme yaşandı, yeni İmparator ile pek çok yönden farklı düşünen Otto von Bismarck görevinden ayrıldı. Böylece Almanya İmparatorluğu’nun tüm politikaları artık yeni İmparator II. Wilhelm’in eline geçmiş oluyordu. Alman dış politikasının bu iki belirleyicisi arasında belirgin farklılıklar kendisini gösterir, Bismarck Avrupa’daki dengeyi her zaman gözeterek önceliğini Almanya’yı dış saldırılardan, daha da önemlisi iki cephe arasında kalmaktan korumaya çalışmayı önceliği olarak belirlemişti. Bugün de aynı şekilde kullanılan “realpolitik” tutumu Bismarck ile Almanya’nın hakim dış politikası oluyordu.

Bismarck’ın politikalarında “Denizler İngilizlerin, karalar Almanların”dı ancak II. Wilhelm bu konuda daha değişik düşünüyordu. “Weltpolitik” yani Dünya Politikası olarak bilinen bir politika izleyen II. Wilhelm, Almanya İmparatorluğu’nu dünyanın başat gücü haline getirmenin peşindeydi. Bundan dolayı denizlerdeki İngiliz hakimiyeti kabul edilemezdi. II. Wilhelm donanmaya büyük önem vermiş, kısa süre içerisinde Alman Bahriyesi’ni üst düzeye çıkarmıştır. Ancak bu çabaların yıllardır denizin başat gücü olan İngiltere’yi onların sahasında, denizde alt etmek için yeterli olmadığının farkında olan II. Wilhelm; İngiltere’nin deniz üstünlüğünü etkisiz hale getirmek için başka bir formül daha düşünmüş ve bu formül doğrultusunda demiryollarının inşasına büyük önem atfetmiştir. İlginç bir dipnot olarak; II. Wilhelm, dönemin İngiltere Kralı V. George ve Rus Çarı II. Nikolay kuzenlerdir ve II. Wilhelm iki kuzenini de karşısına alacaktır.

Osmanlı sadece askeri açıdan değil, ekonomik açıdan da hayli zor günlerden geçmekteydi.

İlk defa 1853-56 Kırım Savaşı’nda alınan dış borçlar sürekli arta gelmiş, II. Abdülhamid her ne kadar yabancı ülkelerin temsilcilerinin İstanbul’da olduğu gün ihtişamlı bir seremoniyle meşrutiyet rejimini ilan etse de bu borçlanılan ülkeler için pek ikna edici olmamıştır. Nitekim 93 Harbi sırasında meşrutiyet askıya alınacak, 1881 yılında da Genel Borçlar İdaresi ya da asıl adıyla Duyun-u Umumiye kurularak borçlular borçlarını tahsil etmeye başlayacaktı.

Kapitülasyonlardan zaten sırtını doğrultamamış Osmanlı; yavaş yavaş doğal kaynaklarını tekelci imtiyazlar vererek, yabancı şirketlere kiralama ve kullanım hakkını vermek zorunda kaldı. Hal böyle olunca Osmanlı; yapılması elzem olan yatırımları kendi başına yapamayacak, yabancı yatırımcılar olmadan neredeyse tek başına bir işe girişemeyecek hale geldi. Misal 1860 yılında Abdülmecid saltanatı döneminde İstanbul ile Tuna arasında, İstanbul’u Paris ve Viyana’ya bağlayacak bir demiryolu döşenmesi planı hazırlanmış ancak uygulamaya geçememiştir. Bundan olaydan sonra 1868-1872 yılları arasında Bağdat Valiliği yapan Midhad Paşa, Bağdat Vilayeti’ne uzanan bir demiryolu talebinde bulunmuş, bu demiryolu ile Süveyş Kanalı’nın olumsuz etkilediği ticaretin tekrar canlandırılabileceğini belirtmiştir. Ancak ne var ki yine mali yetersizlikler nedeniyle bu talep de olumlu bir yanıt alamamıştır.

Demiryolları imtiyazlarının Almanlara verilmesi

İngiltere’nin denizdeki üstünlüğünü demiryollarıyla bertaraf etmeyi amaçlayan II. Wilhelm, Osmanlı’nın içinde bulunduğu bu durumun farkında idi. Gerek Osmanlı’yı yanına çekmek, gerekse de kritik güzergahlara demiryollarının döşenmesini sağlamak amacıyla II. Wilhelm 1889 yılında İstanbul’a II. Abdülhamid’in konuğu olarak geldi. Bu ziyaretinde Alman şirketleri lehine bir takım görüşmeler düzenleyerek çeşitli ihalelerin Alman şirketlerine imtiyazlar verilerek sonuçlanmasını sağlamıştır.

İmparator’un ziyareti kısa süre içinde meyvelerini vermeye başlamış, Osmanlı’da iş yapan Alman kapitalistler daha fazla yatırım şansı bulmuşlardır. 1892 yılında Eskişehir-Konya demiryolunun ayrıcalığı Almanlara verilmiş ve 1896 yılında 444 km hat döşenerek Konya’ya ulaşılmıştır. Burada belirtilmesi gereken bir konu ise Almanların bu demiryolu inşasını hayli hızlı bitirmiş olmalarıdır. İngilizler 130 kilometrelik İzmir-Aydın hattını 1856-1867 yıllarında, toplam on bir senede bitirebilmiş iken böylesine kısa bir zamanda bu kadar uzun demiryolu döşenmesi hem hayli şaşkınlık yaratmış hem de takdirle karşılanmıştır. Nitekim bu başarı diğer demiryolu hatlarında Almanların ellerini güçlendirecektir.

Alman şirketlerinin işlerindeki muvaffakiyetleri, hem onlara olan güveni artırmış hem de Alman-Türk ilişkilerini daha da sıkılaştırmıştır.

İmparator II. Wilhelm 1899 yılında İstanbul’a ikinci bir ziyaret gerçekleştirmiş ve bu ziyaretinde Sultan ile, daha önceden hızlı bir biçimde döşenmiş olan Eskişehir-Konya hattının Basra’ya kadar uzatılması görüşülmüştür. Konya’yı Halep üzerinden Bağdat’a bağlaması planlanan bu yeni hattın imtiyazı 18 Mart 1903 yılında II. Abdülhamid’in kararıyla yine Almanlara verilecektir. İmparator II. Wilhelm İstanbul’un ardından Kudüs’e de giderek kutsal mekanları gezdi. Şam’da yaptığı meşhur konuşmada “Burada bütün zamanların en büyük kahraman askeri, Sultan Selahaddin’in mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan Abdülhamid’e misafirperverliğinden dolayı teşekkür borçluyum. Gerek majeste Sultan gerekse halifesi olduğu 300 milyon Müslüman bilsinler ki, Alman İmparatoru onların en iyi dostudur.” demiştir.

Almanya’nın Müslüman hiçbir topluluğa ait bir bölgede sömürgesi olmadığı gibi, olma olasılığı da kısa vadede yüksek gözükmemekteydi, II. Wilhelm bu durumun aksine pek çok Müslüman toprağında hakimiyeti bulunan İngiltere, Fransa ve Rus Çarlığı’na (özellikle İngiltere ve Fransa’ya) karşı bu kozu oynamaktan geri durmayacaktır. Nitekim Sultan II. Abdülhamid de politikalarında, evvelden beridir etkili bir şekilde kullanılmayan “Halife” unvanını ön plana çıkarmaya başlamış ve dünyadaki tüm Müslüman topluluklara liderlik yapma vazifesini benimsemişti. Diğer ülkelerin aksine Almanya, bu unvanın kullanılmasından hiç rahatsız olmamış aksine bu gücü kendisi lehinde bir silah olarak görmeye başlamıştır, imparatorun konuşması da bunun açık bir belirtisidir.

Osmanlı’nın bu yeni demiryolu hattından çeşitli beklentileri mevcuttu.. Ulaşımda sağlanacak bu büyük kolaylığın ticareti canlandıracağı ve uzun vadede ekonomik durumu düzeltecek bir araç olacağı bekleniyordu. Ayrıca askeri açıdan etkili olacağı da aşikardı zira bu yüzyılda demiryolları savaşların yeni kritik unsuru haline gelmiş, daha hızlı takviye, daha bol ikmal şansı, demiryollarına sahip olan tarafın elini cephede çok daha kuvvetli kılmıştır. Bunlara ek olarak II. Abdülhamid’in Müslümanlığı öne çıkaran politikaları açısından da bu demiryolları büyük öneme haizdi. Bölgede yaşayan çeşitli Müslüman halkların bu demiryolları arayıcılığı ile birbirlerine bağlanması, daha da önemlisi Payitaht’ın bu bölgelerle bağlanması II. Abdülhamid’in Halifelik unvanını daha etkin şekilde kullanmasının önünü açacaktı.

Sonuç

Aralarında ortak bir geçmiş olmayan, iyi bir komşuluk ilişkisi yaşanmamış ve birbirlerini etkilemekten uzak olan bu iki ülkenin 19. Yüzyılın son çeyreğinde konjonktürel bir yakınlaşma olarak başlayan ikili ilişkilerindeki yeni dönem, iki ülkenin de yöneticilerinin benimsediği politikalar neticesinde hızla bir ittifak hali almıştır. Abdülhamid’in saltanatı başında başlayan Almanyalı askeri heyetler dönemi I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürecek ve 1919 yılında asker ve subay toplam mevcut olarak 25.000 kişiyi bulacaktır. Almanya’dan gelen Liman von Sanders, Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’ndaki askeri stratejisini belirleme açısından kilit mevkilerde bulunacak ve Osmanlı’nın stratejisiyle Almanya’nın stratejisini bütünleştiren unsur olacaktır.

1870’li yıllardan beri görev alan bu askeri heyetler genç nesil Osmanlı subaylarını bir hayli etkileyecektir.

1908 yılında Jön Türk İhtilali’nin yaşanmasının ardından yönetime gelecek bu subaylar yönetiminde Osmanlı ile Almanya ilişkileri hiç olmadığı kadar yakınlaşacaktır. Durum böyle olsa da Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında katılması sırf “Üç Alman hayranı paşa” yüzünden olmamış, Osmanlı ile Almanya arasında ileride çıkması öngörülen savaşa yönelik, karşılıklı çıkarlara dayanan ve uzun yıllardan beridir süregelen birlikteliğin bir sonucu olarak cereyan etmiştir.

Bu birliktelik sırasında Osmanlı’da Almanlar pek çok yatırımda bulunmuş, ülkenin bayındır hale gelmesine dolaylı olarak katkıda bulunmuşlardır. Ayrıca askeri olarak önemli bir destek sağlanmıştır. Bütün bunlara rağmen Almanya’nın Osmanlı’ya karşı tutumu tıpkı Osmanlı’nın Almanya’ya karşı tutumu gibi sadece çıkar odaklı olmuş, İngiltere ve Fransa ile Osmanlı’nın olası yıkılması sonucu hangi bölgelerin kimlerin nüfuzuna kalacağını dahi planlamaya kadar kendi çıkarını öncelemekten de geri durmamıştır. Nitekim tarihte çok istisnai durumlar hariç her zaman olduğu gibi iki millet arasında gönülden bir dostluk bağı kurulmamış, ve sadece dönemsel bir yakınlaşma olarak kalmıştır.

Yararlanılan Kaynaklar :

BEYDİLLİ, Kemal. “2. Abdülhamîd Devrinde Gelen İlk Alman Askerî Heyeti Hakkında.” Tarih Dergisi 32 (1979): 481-494.
ÖZGÜLDÜR, Yavuz. “Yüzbaşı Helmut von Moltke’den Müşir Liman von Sanders’e Osmanlı Ordusunda Alman Askeri Heyetleri” Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi OTAM 4.04 (1993).
ALBAYRAK, Mustafa. “Osmanlı-Alman İlişkilerinin Gelişimi ve Bağdat Demiryolu’nun Yapımı.” (1995).
ORTAYLI, İlber. Osmanlı imparatorluğunda Alman nüfuzu. Vol. 71. İletişim, 1998.
ÖZYÜKSEL, Murat. “İkinci Meşrutiyet ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman-İngiliz Nüfuz Mücadelesi.” İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi 37 (2008): 239-264.
ARMAOĞLU, Fahir H. 19. Yüzyıl Siyası̂ Tarihi (1789-1914). Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1997.

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.
BU SİTE İLE KURULMUŞTUR